Journal of Islamic Research, cilt.24, sa.24, ss.173-187, 2014 (Hakemli Dergi)
çok din evrenin mahiyeti, kişinin geleceği gibi temel konularla ilgili farklı ve birbiriyle bağ- daşmayan doğruluk iddialarında bulunmaktadır. Kişinin bu farklı doğruluk iddialarıyla karşılaşması onun kendi inancına dönük bir takım felsefi irdelemeler yapmasını zorunlu kılmaktadır. Dini çe- şitliliğin dini inançlar üzerinde olumsuz bir epistemik etkisinin olduğunu düşünen birçok yazar bu dinleri bir kaynağa dayandırma veya onları epistemik anlamda eşitleme ihtiyacı hissetmektedir. Bu durum da dini çoğulculuğu felsefi tartışmalara konu yapmıştır. Dini çoğulculuk hipotezinin felsefi arka planına bakıldığında Kant’ın noumena/phenomena ayırımının belirgin bir etkisinden söz etmek mümkündür. Kant varlık alanını iki kategoriye ayırmaktadır: (i) İnsanın dil ve düşünce sı- nırlarını aşan kendinden/bizatihi varlık (an sich) ve (ii) İnsan bilincine (tecrübesine) konu olabilen varlık. Kant’a göre, kişinin bilgisinden bağımsız olarak var olan kendinden/bizatihi varlık noumen alanı temsil ederken; söz konusu dünyanın insan bilincine yansıması ise fenomen alana tekabül et- mektedir. Kant’ın epistemolojik ilkesinden hareket edildiğinde Tanrı’ya ilişkin farklı doğruluk id- diaları sadece anlaşılamaz değil aynı zamanda beklenen bir durumdur. Fakat noumen alanın bütünüyle tanımlanamaz kabul edilmesi söz konusu alanın ontolojik statüsüne ilişkin şüpheleri de içermektedir. Tanrı inancının haklı bir temele sahip olabilmesi için O’nun ‘ne’ olduğunu ortaya koyabilecek epistemik bir gerekçe bulunmalıdır. O nedenle Kant’ın noumen-phenomen ayrımını dinlerin farklı hakikat iddialarını açıklamak için referans alan çoğulcu yaklaşım felsefi ve teolojik düşünce açısından tatmin edici değildir.